30 Kasım 2014 Pazar
DİL FELSEFESİ
Dil felsefesi, dil ile felsefe arasındaki ilişki temelde felsefecilerin dili kullanarak felsefe yapmalarından kaynaklanmaktadır. Özelde ise, dil felsefesi başlığı altında dilin özü, anlamı, kökeni ve yapısı felsefî açıdan sorgulanmaktadır.
Bir araştırma konusu olarak, analitik filozoflar, dil felsefesinin dört temel merkezi sorunu olduğunu varsayar: anlamın doğası, dil kullanımı, dil bilişselliği, dil ve gerçek arasındaki ilişki. Avrupa Anakarası filozofları için dil felsefesi, aynı zamanda mantık, tarih ve siyasetin bir parçasıdır.Yüz yıllık bir geçmişi vardır ama dil eski çağlardan beri filozofların ilgisinin çeken bir konu olmuştur. Yunan dünyasaında adlarla adlandırılan nesneler arasındaki ilişki önemli tartışma konularında biridir(1). Felsefe tarihinin dille ilgili en eski tartışması olan bu tartışmada bir taraf, bu ikisi arasındaki ilişkinin doğal olduğunu, adların adlandırdıkları şeylerin özünü yansıttıklarını, bunu da adlandırdıkları şeyleri sesler aracılığıyla taklit ederek yaptıklarını ileri sürer. Felsefe tarihinde Pythagoras'a kadar geri götürülen bu doğalcı görüşe karşılık, Demokristos'a kadar götürülen karşı görüş uylaşımcılık, bu ilişkinin uylaşımsal olduğunu, adların nesnelere rastgele verdiklerini ileri sürer. Platon'un Kratylos(2) diyaloğunda ayrıntılı bir biçimde işlediği bu tartışmanın arkasında, aslında, Eskiçağlardan bugüne sürekli sorulan bir soru vardır: Dil ile dünya arasındaki ilişki nedir? Aristoteles ileOrtaçağ filozoflarının düşünmenin yapısını, Aydınlanma dönemi filozoflarının bilginin kaynağını ve bilme yetisinin sınırlarını araştırırken değişik biçimlerde sordukları soru bundan başka bir soru değildir aslında(3).
Ne var ki, Eskiçağdan 20. yüzyılın başlarına dek, Frege ile Russell'ınkiler içinde olmak üzere, yapılan bütün araştırmalar, doğrudan doğruya dilin yapısını anlamak için yapılmış araştırmalar değildir. Dolayısıyla onları dil felsefesi araştırmaları görmek yanlış olur. Doğrudan doğruya dilin kendisinin bir sorun olarak görülmesi Gottlob Frege ile Russel'ın çalışmalarının, felsefenin dili konu edinen ayrı bir alanı olarak dil felfesinin doğuşu ise Ludwig Wittgenstein'ın ilk dönem çalışmalarının bir sonucudur.
Dil felfesinin yüz yıllık kısa tarihinde yanıtı aranan iki ana soru vardır. Bu iki ana soru filozofların dil felsefesi tarihi içinde ele aldıkları iki ana soru olma ötesinde, dil felsfesinin iki ana sorusudur. Bryran Magee'nin bakışıyla(4), dil kullanıldığında karşımıza çıkan iki uçtan, yani üzerine konuşulan dünyayı gösteren 'özne' ucundan çıkan iki ana sorudur bunlar. Tarihsel olarak bakıldığında başlangıçta(5) ele alınıp yanıtı verilmeye çalışılan soru 'nesne' ucundan çıkar ve felsefe tarihinin o eski bildik sorusunu sorar: Dil ile dünya arasındaki ilişiki nedir? Ancak bu sorunun yanıtını arayanlar bununla yetinmezler, bir de ikisi arasında kurdukları (ya da götürdükleri) ilişkiden bir anlam kuramı türetirler. Frege ile Russel, ilk dönem çalışmalarıyla Wittgenstein, başta Rudolph Carnap olmak üzere mantıkçı pozitivistler, günümüzde Willard van Orman Quine ile Donald Davidson bu çizgide ürün veren kişilerdir(6).
Dil kullanımında 'özne ' ucundan soruya gelince, bu 50'li yıllarda sorulmaya başlayan, dilsel davranışın nasıl bir davranış olduğu sorusudur(7). Dilin kullanım yönüne dikkat çekmesi ve dili bir insan davranışı olrak incelemenin öneminin vurgulaması bakımından ikinci dönemindeki Wittgenstein ile de ilişkilendirilebilecek bu çizgi, dil ile dünta arasındaki ilşkinin ne olduğu sorusunun yanıtını aradıkları bu sorunun bir parçası olarak görür ve dilin dünyasıyla ilişkisini, dilse davranışı yöneten kurallarının belirlediğini ileri sürer. Bu çizginin önemli bir özelliği de dilsel davranışı yöneten kuralları ortaya çıkarmaya yönelik araştırmayı, anlam sorunun çözümüm olarak görmesidir. John L. Austin ile John R. Searlebu çizgide yer alan kişilerdir. Dil felsefesiyle ortak konuları olan diğer felsefe dalı Zihin Felsefesi!dir.
29 Kasım 2014 Cumartesi
FELSEFENİN GELECEĞİ ÜZERİNE
Felsefe; gerçeklik, varlık, bilgi, değer, akıl ve akıl yürütme ile dil gibi temalara sahip sorun ve konuların incelenmesidir. Bu konuları tartışan diğer dallardan eleştirel ve sistematik yaklaşımı ile akıl yürütmeye dayalı olması açısından ayrılır. Felsefenin ortaya çıkışı insanın evreni ve kendisini açıklama ve öngörme çabalarına dayanır. Önceleri kurum olarak bilimi de ikame etmesi açısından evreni açıklayan temel bilimler de felsefenin konusudur. Daha sonra daha özgün konu ve temalara odaklandığını gözlenir. Felsefeyi günümüzde geldiği noktadan bağımsız olarak edebi bir üslupla ‘düşünmenin bilimi’ şeklinde tanımlayabiliriz. Bir başka tanımlama ile felsefenin, ilgi alanına giren konularla ilgili sorular sorma ve cevaplar üretme disiplini olduğunu da söyleyebiliriz.
Geçmişte felsefenin ilgi ve uğraşı alanı olan pek çok konunun günümüzde başta fizik (özellikle teorik fizik) olmak üzere farklı bilim dalları tarafından ele alındığını görüyoruz. İnsanlığın evren, canlı ve cansız yaşam ile insanın kendisi üzerine olan ilgisinin çeşitlenip özel bilimse dallar halinde örgütlenmesi ile felsefenin konularının da değiştiğini izliyoruz. Felsefenin yaşadığı değişim bazı durumlarda küresel olaylara da bağlı olabiliyor. Örneğin 20’nci yüzyılın ikinci yarısında gelişen pek çok felsefi akımın köklerini aynı yüzyılın ilk yarısında yaşanan büyük savaşların yarattığı olumsuz ekonomik, sosyal ve bireysel etkilenmelerde bulmak mümkündür. 1900’lerin ikinci yarısında tanınırlık bulan varoluşçuluk felsefesi, kendi sınırlarının ötesinde yaygınlık göstererek metafizik-din-inanç, drama-sinema-tiyatro, edebiyat ve psikoloji dallarını etkiledi.
Geçtiğimiz yüzyılın küresel etki yapan (‘moda yaratan’) akımlarından bir başkası analitik felsefe yaklaşımıdır. Bu akım ve farklı kolları, (19’uncu yüzyıl felsefesinden farklı olarak) büyük felsefi kurgular ve sentezler yapmak yerine varlığı ve nesneyi analiz etmeyi tercih eder. Analitik düşünmeyi geliştirici etkilerine rağmen en çok eleştirilen yönlerinden birisi de senteze karşı analizi tercih etmesidir.
DEĞİŞİM KARŞISINDA FELSEFE
Bilimsel ve teknik gelişmeler geçmişte felsefe tarafından öne sürülen bazı soruları ve cevapları ilgilenmek üzere üzerine alıyor. Filozoflar tarafından cevaplanan sorularımız günümüzde başta teorik fizik olmak üzere sosyoloji, psikoloji ve psikiyatri gibi dallar tarafından açıklanmaya çalışılıyor. Evrenin doğuşu, gelişimi ve hatta sonu hakkında teorik bilim ve disiplinler hayli mesafe aldı. Bu ve benzeri alanlarda çalışanların isimlerini filozoflarınkine oranla daha yakından tanıyor ve biliyoruz.
Konunun bilim ve teknoloji yönüne baktığımızda felsefeyi tehdit eden pek çok yeni durumun oluştuğunu görüyoruz. Genetik mühendisliği, canlı yedek parçaları üretiminden insan klonlamaya kadar olan teknolojik gücüyle bugüne kadar felsefenin hükümranlık sürdüğü pek çok alanı yeniden tanımlanmak zorunda bırakıyor. Teoloji ve etik adına felsefi söylemler bu yeni durum karşısında be olacak? İklim değişikliği, dünya kaynaklarının hızla tükenmesi ve küreselleşmenin olumsuz etkileri geleceğe yönelik olarak geçmişin savaşlarından daha farklı ama büyük tehdit kaynakları oluşturuyor. Gelişen silah teknolojileri ile birlikte insanın insanı ve diğer canlı yaşam türlerini yok etme gücü hızla yükseliyor. İzleme ve veri toplama teknolojileri sayesinde geçmişin kritik felsefi konularından birisi olan mahremiyet –insanın kendini çıplak hissedeceği– farklı bir tarafa savruluyor.
Bir başka ilginç nokta ise dünyanın ve insanlığın geldiği noktada bilgi hacmi ve çeşitliliğindeki artışın çılgınlık noktasına gelmiş olmasıdır. Bilginin çoğalması açısından bugün gördüğümüz gelişimin, buzdağının görünen ucundan çok daha azı olduğunu söylemek kehanet sayılmaz. Evren, dünya, insan, ilişkiler ve olaylara ilişkin çılgınca artan bilgiyi dikkate aldığımızda bunların tümünü kapsayacak toplam felsefeler ortaya koymak mümkün olacak mı? Giderek dil gibi kendini daha özgün ve dar alanlara yönlendiren felsefe başkaca bir gelişim rotasını mı tercih edecek? Örneğin önümüzdeki gelecekte yeni bir Hegel görecek miyiz? Yoksa felsefenin ekosistemi teknolojiyle etkileşimle yeni bir şekil mi alacak?
Geçmişte felsefenin ilgi ve uğraşı alanı olan pek çok konunun günümüzde başta fizik (özellikle teorik fizik) olmak üzere farklı bilim dalları tarafından ele alındığını görüyoruz. İnsanlığın evren, canlı ve cansız yaşam ile insanın kendisi üzerine olan ilgisinin çeşitlenip özel bilimse dallar halinde örgütlenmesi ile felsefenin konularının da değiştiğini izliyoruz. Felsefenin yaşadığı değişim bazı durumlarda küresel olaylara da bağlı olabiliyor. Örneğin 20’nci yüzyılın ikinci yarısında gelişen pek çok felsefi akımın köklerini aynı yüzyılın ilk yarısında yaşanan büyük savaşların yarattığı olumsuz ekonomik, sosyal ve bireysel etkilenmelerde bulmak mümkündür. 1900’lerin ikinci yarısında tanınırlık bulan varoluşçuluk felsefesi, kendi sınırlarının ötesinde yaygınlık göstererek metafizik-din-inanç, drama-sinema-tiyatro, edebiyat ve psikoloji dallarını etkiledi.
Geçtiğimiz yüzyılın küresel etki yapan (‘moda yaratan’) akımlarından bir başkası analitik felsefe yaklaşımıdır. Bu akım ve farklı kolları, (19’uncu yüzyıl felsefesinden farklı olarak) büyük felsefi kurgular ve sentezler yapmak yerine varlığı ve nesneyi analiz etmeyi tercih eder. Analitik düşünmeyi geliştirici etkilerine rağmen en çok eleştirilen yönlerinden birisi de senteze karşı analizi tercih etmesidir.
DEĞİŞİM KARŞISINDA FELSEFE
Bilimsel ve teknik gelişmeler geçmişte felsefe tarafından öne sürülen bazı soruları ve cevapları ilgilenmek üzere üzerine alıyor. Filozoflar tarafından cevaplanan sorularımız günümüzde başta teorik fizik olmak üzere sosyoloji, psikoloji ve psikiyatri gibi dallar tarafından açıklanmaya çalışılıyor. Evrenin doğuşu, gelişimi ve hatta sonu hakkında teorik bilim ve disiplinler hayli mesafe aldı. Bu ve benzeri alanlarda çalışanların isimlerini filozoflarınkine oranla daha yakından tanıyor ve biliyoruz.
Konunun bilim ve teknoloji yönüne baktığımızda felsefeyi tehdit eden pek çok yeni durumun oluştuğunu görüyoruz. Genetik mühendisliği, canlı yedek parçaları üretiminden insan klonlamaya kadar olan teknolojik gücüyle bugüne kadar felsefenin hükümranlık sürdüğü pek çok alanı yeniden tanımlanmak zorunda bırakıyor. Teoloji ve etik adına felsefi söylemler bu yeni durum karşısında be olacak? İklim değişikliği, dünya kaynaklarının hızla tükenmesi ve küreselleşmenin olumsuz etkileri geleceğe yönelik olarak geçmişin savaşlarından daha farklı ama büyük tehdit kaynakları oluşturuyor. Gelişen silah teknolojileri ile birlikte insanın insanı ve diğer canlı yaşam türlerini yok etme gücü hızla yükseliyor. İzleme ve veri toplama teknolojileri sayesinde geçmişin kritik felsefi konularından birisi olan mahremiyet –insanın kendini çıplak hissedeceği– farklı bir tarafa savruluyor.
Bir başka ilginç nokta ise dünyanın ve insanlığın geldiği noktada bilgi hacmi ve çeşitliliğindeki artışın çılgınlık noktasına gelmiş olmasıdır. Bilginin çoğalması açısından bugün gördüğümüz gelişimin, buzdağının görünen ucundan çok daha azı olduğunu söylemek kehanet sayılmaz. Evren, dünya, insan, ilişkiler ve olaylara ilişkin çılgınca artan bilgiyi dikkate aldığımızda bunların tümünü kapsayacak toplam felsefeler ortaya koymak mümkün olacak mı? Giderek dil gibi kendini daha özgün ve dar alanlara yönlendiren felsefe başkaca bir gelişim rotasını mı tercih edecek? Örneğin önümüzdeki gelecekte yeni bir Hegel görecek miyiz? Yoksa felsefenin ekosistemi teknolojiyle etkileşimle yeni bir şekil mi alacak?
28 Kasım 2014 Cuma
SANAT FELSEFESİ
Sanat felsefesi sadece sanattaki güzelle ilgilenir. Estetik hem doğadaki güzel ile hem de sanattaki güzel ile ilgilendiğinden sanat felsefesinden daha geniştir. İnsanda hoş duygular uyandıran, güneşin batışı, kıyıya vuran dalgalar estetiğin konusu olabildiği halde sanat felsefsinin konusuna girmez. Sanat değeri taşıyan bir tablo ise hem sanat felsefesinin hem de estetiğin konusuna girer. Sanat felsefesinin temel kavram ve problemleri, estetiğin de temel kavram ve problemleridir. Sanat felsefesinde, “sanatçı”, “sanat eseri”, “sanat eserini ortaya koyma etkinliği” ve “beğeni” gibi kavramlar göz önünde bulundurulmuştur. Sanatçı, sanat eserini yaratan kişidir; kendi alanına göre bazı maddeler kullanır; onlara biçim verir. Bu etkinlik sonucu bir ürün ortaya çıkar. Bu ürün beğeni taşıyorsa, sanat eseri olma özelliği kazanır. 1. Estetiğin Temel Soruları · Güzellik nedir? · Güzel olarak nitelediğimiz şeyi güzel yapan faktörler nelerdir? · Güzelllik, onu algılayan özneden bağımsız bir değer midir? · Sanat nedir? · Sanat eserine duyulan estetik tepkiyle, doğadaki güzelliğe duyulan estetik tepki arasında ne fark vardır? · Sanat eseri nasıl oluşmuştur? 2. Felsefe Açısından Sanat Felsefe açısından sanata bakıldığında, sanatın ne olduğu, sanat yapıtının nasıl oluştuğu, sanatçının yapıtını nasıl ortaya koyduğu irdelenir. Bu sorulara filozoflar farklı açıklamalar getirmişlerdir. a. Taklit Olarak Sanat Bu anlayışa göre doğanın mükemmelliği ve güzelliği vardır. Sanatçı da doğada varolan bu güzelliği eserinde taklit eder. Taklit, gerçeğine ne kadar yakınsa o kadar güzeldir. Platon ve Aristoteles sanatın taklitten ibaret olduğunu ileri sürmüşlerdir. b. Yaratma Olarak Sanat Bu anlayışa göre doğada ideal güzellik ve mükemmellik yoktur. Mükemmelliği yaratan, değişmeler dünyasında değişmeyene, ölümlülüğün dünyasında ölümsüzlüğe ulaşmaya çalışan, sanatçıdır. Eğer sanatçı çalışmalarına kendi kişiliğinin ve yaratıcı gücünün damgasını vuramamışsa, ürettiği üründe estetik değer yoktur. Bu kurama göre, doğanın ürettiklerinde ancak sanat eserlerine bir benzerlikten söz edilebilir ve sanat eseri, doğa ürünlerinden fazla birşeydir. Sanatçı, hayal gücünü ve yaratıcı yanını kullanarak doğadan aldığı izlenimleri ayıklar, birleştirir ve bir anlatıma dönüştürür. Bu anlatımın sanat eseri olması için de özgün ve tek olması gerekir. Bu görüşün temsilcisi Croce’dir. c. Oyun Olarak Sanat Bu yaklaşım, sanat ile oyun arasındaki benzerlikten dolayı bir bağ kurar. Buna göre oyun da sanat da insanı gerçek dışı bir dünyaya yöneltir. Hayal gücüne dayanır; fayda gütmeyip, bizzat kendileri için yapılan etkinliklerdir. İnsan oyun oynarken de, sanatla uğraşırken de kendisini meşgul eden problemlerden uzaktır, adeta kendisini unutur ve mutlak bir özgürlük içinde varolur. Temsilcisi Schiller’dir Schiller’in, “İnsan oynadığı sürece tam insandır” sözü, insanı gerçek özgürlüğe ancak sanat kavuşturabilir, anlamındadır. 3. Sanat Eseri Bir şeyin sanat eseri sayılabilmesi için belirli özelliklere sahip olması gerekir. · Sanat eseri doğal nesnelerden farklıdır. Doğal oluşumlar sonucunda ortaya çıkan varlıklar güzel olsalar bile, sanat eseri olamazlar. · Sanatın temel özelliklerinden biri, onun, insanın yaratıcı gücüne bağlı olmasıdır. İnsanın estetik tavır ve değeriyle yaptığı duyusal ya da düşünsel bir etkinliktir. · Sanat eseri kendisine yönelen alımlayıcı için bir değer taşır. · Sanat eseri, eşsiz, kendine özgü nitelikleriyle biriciktir. Çünkü sanatçı, eserini ortaya koyma sürecindeki duygularını bir kez yaşayabilir; yineleyemez. Mehmet Akif, İstiklal marşını yazarken yaşadığı duygularını bir defalık yaşamıştır. Bu nedenle “İstiklal marşını tekrar ben bile yazamam” demiştir. Buna göre seri olarak üretilen nesneler sanat eseri olarak nitelenemezler. · Sanat eserinin estetik haz ve heyecan vermesinin dışında bir amacı yoktur. Pratik amaçlarla kullanılmak için oluşturulmuş nesneler sanat eseri olarak nitelenemezler. 4. Estetiğin Temel Kavramları Güzellik Problemi Güzellik, hemen her filozofta farklı biçimde tanımlanmıştır. Platon, güzelliği bir idea olarak görür. Platon’a göre sanat, güzel ideasını taklit etme olduğundan, yapılan eser ne kadar ideaya yaklaşırsa o oranda güzel olur. Aristoteles’e göre güzellik ahenktir, düzendir, sınırdır. İnsanın algı sınırlarını ve kavrayış gücünü aşan çok büyük bir şey, güzel olamaz. Plotinos’a göre güzellik, Tanrısal aklın evrendeki ışımasıdır. Madde, Tanrısal akıldan (İdeadan) pay almazsa çirkindir. Hegel’e göre güzellik, Mutlak Ruh’un duyularla kavranabilen görünüşleridir. Yani her şeyin ilkesi olan İdea’nın duyulara görünüşüdür. Kant’a göre güzel, çıkar gözetmeksizin hoşlanmanın nesnesidir. Güzellikte, pratik amaç gütmeyen bir düzen vardır. Güzellik problemi, doğada ve sanatta güzelin ne olduğu problemi ile iç içedir. Sanat felsefesinin konusu, sanattaki güzelliktir. Bir kısım filozoflar “Doğa, sanatı taklit ediyor” (Oscar Wilde), “Biz romantik olduktan sonra dağlar güzelleşti” (Delacroix) gibi sözleriyle sanat güzelliğinin bizi doğayı kavramaya götürdüğünü belirtirler. 5. Estetiğin Temel Sorunlarına Yaklaşımlar a. Estetik Yargıların Yapısı Estetik yargılar, dini, bilimsel ve ahlaki yargılardan farklılar gösterir. Dini yargıların inançla ilgili olduğu, ahlaki yargıların eylemlerle ilgili olduğu yerde, estetik yargılar “güzel” ya da “çirkin” diye nitelenen bir varlıkla ilgili beğeni yargılarıdır. Bilimsel yargıların objektif bir niteliği olduğu yerde estetik yargılar özneldir; İnsanlara göre değişir. b. Ortak Estetik Yargıların Olup Olmadığı Acaba sanat eseri güzel değerini kendisinde mi taşır; yoksa güzellik, bizim ona yüklediğimiz bir şey midir? Bu konuda iki karşıt görüş vardır: Biri nesnelci görüş, diğeri öznelci görüş. Nesnelci görüşe göre, eser, güzellik değerini kendisinde taşır. Güzellik insandan bağımsız olarak vardır. Bir nesne güzel ise, insan onu alımlasa da alımlamasa da güzel olmaya devam eder. Bu görüşte olanlar, ortak estetik yargıların varlığını kabul ederler. Öznelci görüş, insandan bağımsız bir estetik değerin olamayacağını savunur. Bu görüştekilere göre bir eser, değerini, insanda uyandırdığı duygulardan, estetik yaşantıdan alır. Yoksa eser kendi başına estetik bir değer taşımaz. Dolayısıyla bu görüştekilere göre ortak estetik yargılar olamaz. ba. Ortak Estetik Yargıların Varlığını Reddedenler Her insanın kendine göre bir beğenisi vardır. Tüm insanlarda beğeninin ölçüsü olabilecek bir kural, bir ilke yoktur. Her beğeni aynı derecede geçerlidir. Biri sanat müziğini beğenirken, başkası pop müziğini beğenebilmektedir. Her sanat eseri, sanatçının kendi öz benliğinden kaynaklandığı için, sanatçının ruhunda oluşan estetik beğeni hakkında herkesin kabul edeceği genel geçer yargılara varılamaz. Bireyler, sanatçıların eserlerinden kendi ruhsal yapılarına göre farklı izlenimler alırlar ve farklı senteze ulaşırlar. Bu görüşün önemli temsilcisi Croce’dir. bb. Ortak Estetik Yargıların Varlığını Kabul Edenler Bu anlayışa göre güzellik, bütün nesnelerde farklı derecelerde bulunmaktadır; bu bireyin kişisel deneyimlerinden, alışkanlıklarından, tercihlerinden bağımsız olarak vardır. Örneğin Selimiye Camisi, dünyada hiçbir insan kalmasa da yine güzellik değerini taşıyacaktır. Platon: Güzel, bir idea olarak gerçekten vardır. İdealar, diğer özellikleri yanında kendinden güzeldir. Asıl güzellik, hiçbir zaman değişmeyen gerçeklik olan güzellik ideasıdır. Akıl sahibi her varlık için güzel ideası ortaktır. Çünkü o akılla kavranır. Aristoteles: Güzellik, uyum, oran ve ölçülülüğün kaynaştığı bütündür. Hegel: Güzellik, Mutlak ruhun duyulur nesnelerde görünür hale gelmesidir. Kant: Güzellik, nesnenin taşıdığı bir değerdir. İnsanlar hoşlarına giden ya da gitmeyen bir şeyi duygularına göre değerlendirirler. Estetik yargı beğeni duygusuna dayanır. Ona göre bu beğeni duygusu her insanda bulunan ortak beğeniyle açıklanır. Kant’a göre bir insan sanat eseri karşısında, “Bu güzeldir” derken, diğer insanların da onu güzel bulmasını ister. “Bir şiire güzel diyorsam, herkesin onu güzel bulmasını beklerim” der. Güzel beğenisi, çıkarsız bir hazdır. İnsanlar çıkar gözetmeden bir nesneye yöneldiğinde aynı güzelliği görecektir
27 Kasım 2014 Perşembe
DÜŞÜNME SANATI VE MUTLULUK
Düşünme sanatı olan ‘felsefenin’ etimolojik olarak kökeni, Eski Yunanca’da ‘bilgelik arayışı ve bilgiyi sevmek’ anlamına gelen ‘philosophia’ sözcüğüne dayanır. ‘Phile’ sevgi, ‘Sophia’ bilgi, bilmek demektir. Filozof ise ‘bilgelik’ mertebesine erişmiş kişi olarak, insan yaşamında fark yaratan özgün düşünceleri ve söylemleri olan ve ürettiği yeni bilgiler için tanımlar koyan kişidir.
Felsefe Dünyası
İnsanı, evreni ve değerleri anlamaya çalışan filozofların belki de en çok kafa yorduğu konulardan birisi insan ve onun mutluluğu elde etme uğraşıdır.
Her insan kendi gemisinin kaptanı olarak, sahip olduğu felsefenin pusulasıyla bulduğu yolda bir çeşit hikmet sahibi midir? Hayatı yaşarken ve mutluluğu ararken ‘kendi pusulam en büyük yol gösterenimdir’ diyebilmek özgürlük müdür? Yaşayarak öğrenmek ve deneyimlerden akılcı yol haritaları çıkarmak insana yakışan bir tavırdır. Ancak mutluluğu aradığımız bu uzun süreçte, yolumuzu kaybettiğimiz zamanlar da olur. Işıkların söndüğü ve karanlıkta kaldığımız bu zamanlarda insanlık tarihine yön veren filozofların ayak izlerini takip etmek çoğu zaman iyi gelir. Mutluluğu elde etmenin kanıtlanmış bir formülü yoktur, ancak hepimizin bununla ilgili hisleri, öngörüleri ve belki zamanla oluşturduğu reçeteleri vardır. Peki, insanlık tarihini derinden etkileyen ve bilgelik mertebesine ulaşmış olan filozofların bu konudaki düşünceleri nelerdir ?
Yunanlı Socrates’e (M.Ö 469- 399) ‘Nerelisin?’ diye sorulduğu zaman ‘Dünyalıyım’ der. Hayata karşı onu anlayacak kadar mesafeli ama sırrına erecek kadar ustasıdır. ‘Hayattan uzaklaştığımız ölçüde gerçeğe yaklaşırız.’ der. Önemli olanın aurasına ya da mutlak olanın aldatıcı cazibesine kapılarak, güç sahibi insanların mutlaka haklı olduğu varsayımının sorgulanması gerektiğini savunur. Mantıklı düşünmeyi bilen sürüden ayrılmaya ve özgür olmaya cesaret edendir. Uygitsinci olmayan, inandıkları uğruna başkaldıran kişi özgüven sahibidir. Socrates döneminin erk sahibi devlet adamlarına ve aristokratlarına neden hayatı bu şekilde yaşadıklarını sormuş ve tatmin edici hiçbir yanıt alamamıştır. Ona göre herkes düşünme sorumluluğuna sahiptir. Felsefe hayatın içindedir. Çıplak ayak gezen, alçakgönüllü, filozof Socrates, gençleri düşünmeye sevk ettiği için yargılandığı mahkemede ölüme mahkum edilmiştir. Zehir içirilerek öldürülen filozof fikirleriyle dünyayı etkilemiştir. ‘Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez’ derken erdemli bir yaşam sürmenin ve mutlu olmanın ipuçlarını vermiştir.
Helenistik felsefenin önemli düşünürlerinden olan Epikür (MÖ 341-270) felsefesinin temel amacı mutluluğa ulaşmaktır. Epiküryen felsefesi kimilerince sadece hayattan zevk almak şeklinde yanlış yorumlanmaktadır. Onun felsefesinin temelinde, hayattan zevk alma isteğinin bir suç unsuru olarak görülmemesi gerektiği görüşü vardır. Hayattan zevk alma isteği onu en iyi şekilde yaşamak sorumluğunu beraberinde getirir. Basit bir hayat süren Epikür’e göre ‘Parayla satın alınan değerler mutluluk getirmez. Genelde istediklerimiz ihtiyaç duyduklarımız değildir. Mutluluğun sırrı basittir. Gerçek arkadaşlık en önemli mutluluk kaynağıdır. Ne yediğin içtiğin değil, bunu kiminle yaptığın önemlidir. Özgürlük olmak ve kendi kendine yetecek kadar ekonomik güce sahip olmak değerlidir. Bir de hayatı analiz etmek gerekir. Böylece endişe ve üzüntü kaynağı anlaşılabilir.’ 2000 yıl önce yaşayan Epikür bugün hayatta olsaydı, bize sürekli hayatımızda nelerin eksik olduğunu hatırlatan ve mutlu olmak için alışverişe sevk eden reklamlar için ne derdi acaba? Muhtemelen, araba satarken özgürlük kavramını pazarlayan sloganlara güler, ‘Mühür balmumunda nasıl iz bırakırsa, eşya da insanda öyle iz bırakır’ derdi.
Fransız filozof ve yazar Montaigne (1533-1592) kişinin mutsuz olmasının üç nedeni – cinsel yetersizlik, sosyal normlara göre yaşamak konusunda yetersizlik ve entelektüel olarak aşağılık kompleksi duymak- olduğuna karar vermiştir. Bilgi yerine bilgeliğin ödüllendirilmesini gerektiğini düşünen Montaigne 38 yaşında yaşadığı şaşalı hayattan uzaklaşıp, diğer filozofların değinmediği yönüyle hayatı anlatan denemeler yazmıştır. Samimi bir dille etrafımızı saran rol modellerin baskısından bahsetmiş, kendi hayatını sıradanlaştırarak ayağı yere basan örnekler vermiştir. ‘Bilgelik akıldan üstündür, bunun için okullar bitirmek, zengin olmak şart değil’ der.
Büyük düşünür Friedrich Nietzsche’ye göre mutluluk acı ve zorluk çekilerek elde edilebilir. Bu uğurda bozguna uğramak iyidir. Değerli olana ulaşmak için çok çaba göstermek gerekir. 24 yaşında profesör olan, 35 yaşında emekli edilen Nietsche’nin hayatı sıkıntılarla geçmiştir. Hayattayken yazdığı kitapların çoğu okunmayan, sağlığını yitiren, kariyeri gibi aşk hayatında da mutluluğu yakalayamayan Nietsche kendini felsefeye vermiştir. ‘Olduğumuz ve olmak istediğimiz arasındaki uçurumdan ötürü acı ve zorluk çekiyoruz’ diyen filozofa göre mutluluğu elde etmek için başarısızlığı nasıl karşıladığımız ve bununla ne yaptığımız önemlidir. Başka bir deyişle, ‘Öldürmeyen darbe yüceltir’ der.
FELSEFE İLE AHLAK İLİŞKİSİ
Ahlâk felsefesi, insan eylemlerini ve bu eylemlerin dayandığı ilkeleri konu alan felsefe dalıdır. Buna göre ahlâk felsefesi, ahlâk alanında hakim olan ilkeleri, “iyi” ve “kötü” nün ne olduğunu, ahlâklılığın ne anlama geldiğini ele alır. Ahlâklılığın ne olduğu üzerinde durur; özünü ve temellerini araştırır. İnsanın davranışlarında özgür olup olmadığını sorgular. Hangi eylemlerin ahlâklı olabileceğini irdeler. Bunlar için bir takım ölçütler koyar. Kısacası ahlâk felsefesi, ahlâk hayatı üzerinde sistemli bir biçimde düşünme ve soruşturmadır. Her bilgi dalının kendine özgü kavramları ve özel terimleri vardır. Ahlâk felsefesinin de “iyi”, “kötü”, “özgürlük”, “erdem”, “sorumluluk”, “vicdan”, “ahlâk yasası”, “ahlâki karar”, “ahlâki eylem” olarak belirlenen kavramları vardır. Şimdi bu kavramların neyi anlattığını kısaca belirtelim. 1. Ahlak Felsefesinin Temel Kavramları İyi: Ahlâk açısından yapılması uygun olan, iradenin yapılmasına özgürce karar verdiği eylemlerdir. Kötü: Ahlâk yasası açısından yapılması uygun olmayan eylemlerdir. Özgürlük: İradeyi kullanarak istediğini yapabilme halidir. Erdem: İradenin cesaret, cömertlik, bilgelik gibi iyiyi yapmaya yönelmesidir. Sorumluluk: İnsanın bilerek ve iradeli olarak yaptığı bir işin, bir davranışın sonuçlarını kabullenmesidir. Vicdan: İyi ile kötüyü birbirinden ayırabilme gücüdür. (Bireyin, kendi tutum ve eylemlerini değerlendirme yetisi.) Ahlâk yasası: Uyulması ahlâk açısından gerekli ve geçerli olan kurallardır. Bu kurallar kişinin ne yapması, ne yapmaması, davranışlarının nasıl olması gerektiğini gösterirler. Ahlâki karar: Kişinin, ahlâk yasalarına kendi hür iradesi ile uymasıdır. Bu uyma dışardan herhangi bir zorlama ile değil, bireyin kendi isteğiyle olmalıdır. Ahlâki eylem: Ahlâk kurallarına uygun ve iradeli olarak bir şeyi yapmaktır. 2. Ahlâk Felsefesinin Temel Soruları a. Ahlaki eylemin bir amacı var mıdır? Bu soruya filozoflar farklı cevaplar vermişlerdir. Ahlâkın amacını mutluluk - haz olarak açıklayan filozoflardan Epiküros’a göre mutluluk; yaşamdan “haz” alabilmektir. Haz, en yüksek iyidir. Ancak bu haz duyusal bir haz olmayıp, bedenin acılardan uzak olması, ruhun huzura kavuşmasıdır. “Fayda”yı ileri süren filozoflara göre mutluluk, insanın tutkularına engel olması, toplumun çıkarının kişisel çıkarlardan üstün tutulmasıdır. Kant’a göre ise ahlâki eylemin amacı mutluluk değil “ödev” olmalıdır. Ödev, iyiyi istemedir. Bunun gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi önemli değildir. b. İnsan ahlâki eylemde bulunurken özgür müdür? Bazı filozoflar bu soruya birbirine karşıt iki cevap vermişlerdir. Bu cevaplar determinizm ve indeterminizm olarak iki grupta incelenebilmektedir. Otodeterminizm bu iki görüşü uzlaştıran üçüncü bir görüş olarak ortaya çıkmıştır. İnsanın eylemlerinde özgür olduğunu ya da olmadığını savunanlar kendilerine göre psikolojik, sosyal, ahlâki ve hukuki kanıtlar ileri sürmektedirler. Eylemlerin özgür olduğunu (indeterminizm) savunan filozoflar, kişinin kararlarında tamamen özgür olduğunu ileri sürerler ve özgürlük için sınır tanımazlar. Eylemlerin özgür olmadığını (determinizm) savunanlar ise herşeyin önceden belirlenmiş olduğuna, insanın önceden belirlenmiş olanları hiçbir şekilde değiştiremeyeceğine inanırlar. Bunlara göre insan, rüzgarın önündeki yaprak gibidir. İrade içten ve dıştan gelen etkenler tarafından belirlenir. İnsan karar alırken içinde bulunduğu koşulların etkisindedir. Bu koşullar serbest karar vermeyi önler. Ahlaki eylemlerin özgürlüğü konusunda bir başka yaklaşım, otodeterminizm (ahlaksal özerklik)tir. Bu yaklaşım, kişinin kendi ahlaki değerlerini oluşturabilme ve bu değerlere uyabilme özgürlüğünü varsayar. Burada kişinin bilinçli tercihleri öne çıkar. Bir bakıma determinizm ile indeterminizmi uzlaştırır. c. İnsan Neye Karşı Ahlaklıdır? Bu soruya bağlı olarak dört tür ahlaktan söz edilebilir: · Dine karşı ahlak: Dinin belirlediği kurallara uymak esastır. Kutsallara saygılı olmak gibi. · Doğaya karşı ahlak: İnsanın doğaya tepkilerinde kendini gösterir. Doğal varlıkları korumak gibi. · Bireysel ahlak: Bireylerin kendi öz güvenine karşı bakışında söz konusudur. Kimsenin haberi olmadığı halde çektiği kopya için, “kendimden utanıyorum” diyen birinin bu ifadesi, kendine karşı ahlaki durumunu ifade etmektedir. · Toplumsal ahlak: İnsanın diğer insanlarla ilişkilerinde ortaya çıkar. Başkalarının iyi niyetini kötüye kullanmada olduğu gibi. d. Ahlakın Kaynağı nedir? Bu konuda farklı görüşler vardır. · Ahlakın, dünyanın bir parçası olduğunu söyleyenler vardır. · Ahlakın doğa üstü bir varlıktan, örneğin dinden kaynaklandığını ileri sürenler vardır. · Ahlakı, insan zihninin bir ürünü sayanlar vardır. e. Ahlak Yargısını Diğer Yargı Türlerinden Ayıran Özellikler Nelerdir? · Ahlak yargıları, yapılması istenen bir eylemi bildirirler. Bunlar yaşama yönelik, olması gerekeni belirten yargılardır. · Ahlak yargıları değer içerdiğinden özneldir. “İyi” ve “kötü” gibi değerler ortaya koyarlar. · Ahlak yargıları değişkendir. Zamana ve mekana göre değişir. Herkes için değişmez yasalar ortaya koymaz. · Ahlak yargıları normatif (kural koyucu)dir. Yapılması ya da yapılmaması gerekeni belirtir. “Yalan söylemek kötüdür” gibi.
ETİK VE FELSEFE
Etik veya en yalın tanımıyla töre bilimi. Etik terimi Yunanca ethos yâni "töre" sözcüğünden türemiştir. Değerler felsefesinin Aksiyoloji dalı olan etik, felsefenin üç ana dalından biridir: varlık, bilgi ve değer. Doğru davranışı, yanlış davranıştan ayırabilmek amacıyla ahlâk kavramının doğasını anlamaya çalışır. Etiğin batı geleneği zaman zaman ahlâk felsefesi olarak da anılmıştır. Türkçe "ahlak felsefesi" olarak da anıldığı olmuştur. Ayrıca Türkçe'de etik sözcüğü yanlış biçimde ahlâk sözcüğüyle eş anlamlı olarak da kullanılır. Etik ile ahlak arasındaki en temel fark, ahlakın toplumsal değerlere dayanırken etiğin evrensel insani değerlere dayanmasıdır.
Halkın kendi kendine oluşturduğu, hiçbir yazılı metine dayanmayan kanunlara "etik ilkeler" denir. İnsan davranışının etik temelleri her sosyal bilime yansır: antropolojide bir kültürün bir diğeriyle ilişkilendirilmesinde yer alan karmaşıklıklar yüzünden, ekonomide kıt kaynakların paylaştırılmasını içerdiği için, politika biliminde (siyaset bilimi) gücün tahsisindeki rolü nedeniyle, sosyolojide grupların dinamiklerinin köklerindeki yeri itibariyle, hukukta etik yapıların ilke ve kanunsallaştırılması nedeniyle, kriminolojide etik davranışı öven etik olmayan davranışı kötüleyen hali ve psikolojide de etik olmayan davranışı tanımlayış, anlayış ve tedavi edici rolüyle mevcuttur.
Etik sosyal bilimler dışında kalan çeşitli bilim dallarına da yayılmıştır. Örneğin biyolojide biyoetik adıyla, ekolojide ise çevresel etik adıyla önemli bir yer teşkil eder.
Analitik felsefede, etik geleneksel olarak üç ana alana ayrılır: Meta-etik, normatif etik ve uygulamalı etik. Etik ve ahlak arasındaki bir farktan bahsetmek gerekir. Etik daha çok ahlak üzerinde konuşur, sorgular, tartışır, düşünür, yargılar. Ahlak yöresel, Etik ise evrenseldir. Etik, evrensel kabul gören kurallardır.
24 Kasım 2014 Pazartesi
FELSEFE VE ERDEM İLİŞKİSİ
Erdem veya fazilet kavramı, felsefe tarihinin başlangıcından beri yer alır. "İnsanın ve yaşamın anlamı nedir?" sorusuna verilen felsefi cevap başlangıçta "erdemli olmak" olarak belirtilmiştir. Örneğin mutluluk yaşamın temel amacıdır ve mutluluğa ulaşmanın yolu erdemli olmaktan geçer. Bu düşünceye göre erdemli olmaksa ancak bilgi sahibi olmakla mümkündür.
Sokrates, Platon, Aristoteles felsefi etkinliklerinin önemli bir bölümünü erdem konusu üzerine yürütürler. Mutluluk ve erdem birbirleriyle ilintili iki önemli kavram olarak ele alınır.Sokrates yaşamın ve dolayısıyla ahlaksal eylemlerin amacının mutluluk olduğunu belirtirken, bunun bilgi ile mümkün oduğunu ileri sürer. Dolayısıyla erdemli olmak bilgi sahibi olmakla olanaklıdır ve bu da mutluluk sağlayacaktır. Kıbrıslı Zenon, mutluluk için erdemli olmayı yeter şart olarak ileri sürdüğünde bu düşünceyi açıkca belirtir. Benzer şekilde yaşamın temeline acıdan sakınmayı ve mutlu olmayı koyan Epikurosculuk da, başka bir açıdan böyle bir temel ilkeye dayanır: "komşun farkına vardığında utanacağın bir şey yapma". Bu yaklaşım, erdemli olmayı, mutluluğun temeline bu şekilde yerleştirir. Bilgi insanı erdemli yapar buna göre, çünkü ahlaki anlamda doğru davranmayı sağlayacak olan şey bilgidir.
Daha sonraları giderek ahlak felsefesinin kavramlarından biri olarak yer edinmiştir. Buna göre erdem, hangi davranışların insanca ya da kabul edilir olduğunu belirten bir kavramdır. Ahlaki doğruluk erdemli olmakla bir anlamda tutulur bu anlamda. Bu genel tanımın ötesinde ahlak felsefeleri farklı şekillerde bir erdem anlayışı geliştirmişlerdir. İyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarında görülen topluma, yere, zamana göre farklılıklar, beraberinde erdem kavramının da farklı şekillerde düşünülüp anlaşılmasını getirmiştir. Birçok filozof erdemi bu anlamda felsefenin merkezine yerleştirmiştir. Buna göre erdem, istenç ya da iradenin ahlaksal iyiye yönelmesidir.
Sokrates'e göre erdem her insana öğretilebilir ancak her insanda aynı oranda zuhur etmez.
"Erdem insandan insana ve toplumdan topluma farklılıklar gösterebilir ama önemli olan bir arada yaşayarak daha doğrusu iletişime geçerek Erdemi paylaşarak çoğaltmaktır."
22 Kasım 2014 Cumartesi
FELSEFE VE DOĞUŞU
Felsefe ilk olarak M.Ö. 7.yy’da İyonya uygarlığında önemli bir ticaret merkezi ve liman kenti olan Miletos (Milet) kentinde ortaya çıkmıştır. İyonya’dan önce Mısır, Mezopotamya, Çin, Hindistan ve Türklerde önemli düşünce sistemleri vardı. Fakat bu düşüncelerin yapılarında dini ve mistik (mitolojik) öğeler yer aldığı için felsefe düzeyine erişememişlerdir. İyonya düşünce sisteminin felsefe olarak nitelendirilmesinin temel nedeni, düşünce sisteminin dini ve mitolojik açıklamalar içermeyip akla dayalı olmasıydı.
Varlıklarla, insanla alakalı sistemli ve yalnızca akla dayanan ilk düşünce sistemi İyonya’da ortaya çıkması tesadüf değildi; Mezopotamya, Mısır, İran ve Fenike kültürlerinden etkilenmiş olan Milet kenti tarım ve denizciliğin geliştiği oldukça işlek liman kentidir. Ekonomik yapının ileri düzeyde olması, bilgi birikiminin varlığı ve hoşgörüyü de beraberinde getirmiştir. Yani Milet kentindeki ortam farklı inanç ve düşüncelere izin verecek kadar hoşgörülüydü.
Bu elverişli ortam Thales gibi düşünürlerin çıkmasına olanak hazırlamıştır. Thales (MÖ 624-546) ile başlayan bu süreçte, doğal olaylar yine doğal nedenlerle açıklanmaya çalışılarak insan aklının yeterli olduğu inancı sağlanmaya çalışılmıştır.
Tüm bunlara göre felsefenin ortaya çıkabilmesi bazı şartlara bağlı olarak gerçekleşmiştir:
- Yüksek refah düzeyine ulaşılmış olması gerekir (Boş zamanların olması gerekir).
- Kültürel zenginliğin (bilgi birikiminin) olması gerekir.
- Farklı inanç ve düşüncelere izin verecek hoşgörü ortamının olması gerekir.
- Diğer bir önemli etken ise insan faktörüdür. Bu insan faktörü; kişinin merak duymasıdır.
İşte bu şartlar fazlasıyla İyonya’da olduğu için felsefe ilk olarak burada ortaya çıkmıştır. O dönemde bu koşulu ilk gerçekleştiren kişi de Miletli Thales’tir. Thales yunan dini ve mitolojisinin açıklamalarıyla yetinmeyip akla dayalı açıklamalar yaparak evrenin ilk ana maddesi (Arkhe) sorununa cevap aramıştır.
Varlıklarla, insanla alakalı sistemli ve yalnızca akla dayanan ilk düşünce sistemi İyonya’da ortaya çıkması tesadüf değildi; Mezopotamya, Mısır, İran ve Fenike kültürlerinden etkilenmiş olan Milet kenti tarım ve denizciliğin geliştiği oldukça işlek liman kentidir. Ekonomik yapının ileri düzeyde olması, bilgi birikiminin varlığı ve hoşgörüyü de beraberinde getirmiştir. Yani Milet kentindeki ortam farklı inanç ve düşüncelere izin verecek kadar hoşgörülüydü.
Bu elverişli ortam Thales gibi düşünürlerin çıkmasına olanak hazırlamıştır. Thales (MÖ 624-546) ile başlayan bu süreçte, doğal olaylar yine doğal nedenlerle açıklanmaya çalışılarak insan aklının yeterli olduğu inancı sağlanmaya çalışılmıştır.
Tüm bunlara göre felsefenin ortaya çıkabilmesi bazı şartlara bağlı olarak gerçekleşmiştir:
- Yüksek refah düzeyine ulaşılmış olması gerekir (Boş zamanların olması gerekir).
- Kültürel zenginliğin (bilgi birikiminin) olması gerekir.
- Farklı inanç ve düşüncelere izin verecek hoşgörü ortamının olması gerekir.
- Diğer bir önemli etken ise insan faktörüdür. Bu insan faktörü; kişinin merak duymasıdır.
İşte bu şartlar fazlasıyla İyonya’da olduğu için felsefe ilk olarak burada ortaya çıkmıştır. O dönemde bu koşulu ilk gerçekleştiren kişi de Miletli Thales’tir. Thales yunan dini ve mitolojisinin açıklamalarıyla yetinmeyip akla dayalı açıklamalar yaparak evrenin ilk ana maddesi (Arkhe) sorununa cevap aramıştır.
BİLGELİK SEVGİSİ VE FELSEFE
Ünlü Yunan filozofu Aristoteles (384-322), felsefenin antik Yunan’daki doğuşunda ilk felsefeci ya da filozofların duydukları merak ve hayretin çok belirleyici bir rol oynamış olduğunu söyler. Nitekim Batı felsefesinin ilk filozofu olarak kabul edilen Thales’le ilgili olarak aktarılan bir öykü ya da anekdot, bu durumu iyi bir biçimde açıklar. Batı Anadolu kıyılarında yaşayan, geçim sıkıntısı çekmeyen bir filozof olarak Thales’in ilgileri, ortalama insanın ilgilerinden farklıydı. Gündelik işlerini kölesi veya hizmetkârına yaptıran Thales, “bir şeylerin neden var olduğunu” merak ediyordu. Hatta yeryüzündeki şeyleri bir tarafa bırakıp “gökyüzünde olup bitenlere” ilgi göstermişti. O, bir gün yanında Trakyalı hizmetkârı da olacak şekilde gezintiye çıkmıştı; anlatılanlara göre gökyüzüne bakarken önündeki çukuru göremeyip yere boylu boyunca serilmişti. Thales yere serilmekle de kalmayıp kölesinin alayına hedef olmuştu. Kölesi “Siz filozoflar böylesiniz; ayağınızın altındakileri görmezken göklerde olup biteni anlamaya çalışırsınız!” demişti.
Thales dünyanın neredeyse kusursuz düzeni, mevsimlerin birbirlerini kusursuzca izleyişi karşısında hayrete düşmüştü; gökyüzündeki güneş, ay ve yıldızların muhteşem görünüm ve dizilişi karşısında âdeta dehşete kapılmıştı. Bu düzenin kaynağını, gökyüzündeki dev nesneler arasındaki ilişkiyi, var olanların nereden gelip nereye gittiklerini merak ediyordu. Felsefeyi ve bilimi yaratan da onun bu merakıydı. Gerçekten de insan, merak eden ve diğer canlı türlerinden farklı olarak olup biten hemen her şeyi hayretle karşılayan bir varlıktır. İnsanın bu özelliğini en iyi ifade edenlerden biri de meşhur İngiliz filozofu Thomas Hobbes (1588-1678) olmuştur. Nitekim Hobbes, “Gördüğü olayların sebeplerini araştırmak insanoğlunun doğasına özgüdür. Bazıları daha çok araştırır, bazıları daha az ama herkes kendi iyi ya da kötü kaderinin sebeplerini araştıracak kadar meraklıdır.” diyordu.
Felsefeyle uğraşabilmek, felsefeci olabilmek için en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, işte bu merak ve hayret etme yeteneğidir. Bu yetenek aslında bütün çocuklarda, özellikle de küçük çocuklarda vardır. Hepimiz çocukların “Yalan söylemek neden yanlıştır?”, “İnsanlar ölünce nereye giderler?” benzeri sorularına muhatap oluruz. Hele hele biraz daha gelişen ve büyüyen çocuklar “Eğer özgür bir ülkede yaşı yorsam, yapmak istediğim her şeyi neden yapamıyorum?” türünden yanıtlanması kolay olmayan soruları sormadan yapamazlar. Fakat çocukların ve gençlerin büyük bir kısmı sonraki yaşlarında hayret ve meraklarını yitirirler; alışkanlığa teslim olurlar. Gerçekten de felsefi sorular bütün insanları çok yakından ilgilendirmekle birlikte, herkes felsefeci olamaz; herkes felsefi sorularla ilgilenmez. İnsanlar günlük hayata çok farklı nedenlerle öylesine sıkı bir şekilde bağlanırlar ki hayata ve dünyaya hayret etme duygularını bastırırlar. Felsefeciler gibi çocuklar için de dünya ve onun üzerinde olup biten her şey yenidir; bu yüzden her şey, onların merak ve şaşkınlığına konu olur. Oysa yetişkinlerin pek çoğu dünyayı olağan bir şey olarak görür. Onlar, şaşırtıcı görünümler sergileyen hayatı olduğu gibi benimserler; kalabalığın bir parçası haline gelip alışkanlığın etkisiyle herkesin yaşadığı gibi ve sorgulamadan yaşarlar.
Gerçekten de çoğumuz ömrümüzün bir noktasında, felsefi soruları unuturuz. Bunun önemli nedenlerinden bir diğeri de şüphe etmekten vazgeçmemiz, dogmatik yanıtlarla yetinmemizdir. şüphe, sunulan açıklamayla yetinmeme, var olan şeylerin olduklarından başka türlü olabileceklerini düşünme eğilimi olarak ortaya çıkar. O, merak ve hayret duygusunun tamamlayıcısı olan önemli bir faktördür. şüphe, felsefi sorgulamayı harekete geçiren en temel güç ya da etkenlerden biridir. Şüphe eden insan, gerçekliğin göründüğü gibi olmayabileceğini, görünüşün gerisinde farklı nedenler olabileceğini düşünen ve dolayısıyla algısal görünüşlerin ötesine geçebilen insandır. Bununla birlikte şüphe ederek ve sorgulayarak yaşamak her zaman ve herkes için kolay olmaz. Bu yüzden insanların büyük bir çoğunluğu kendilerine açık iki alternatiften biri olarak şüphe yerine rahat bir yaşamı seçerler. Şüphenin ve sorgulamanın riskinden, zaman zaman kaygıya yol açabilen yapısından kaçan insanlar, çoğu zaman alışkanlıklara bel bağlarlar. Alışkanlıklarının etkisiyle davranan ya da şüphe etmeden yaşayanlar, çoğu zaman bireyselliklerini veya bireysel kimliklerini unutarak kolektif kimliklerine bağlanırlar; herkesin yaptığı gibi yaparak, yaşadığı gibi yaşayarak, dogmatik kalıpların cenderesine sıkışmış bir biçimde sıradan bir hayat sürdürürler.
Bu durumu en iyi anlatan filozoflardan biri meşhur “Mağara Benzetmesi”yle antik Yunan filozofu Platon’dur. Platon, bu benzetmesinde bizden bir yer altı mağarası nda yaşayan birtakım insanlar düşünmemizi ister. Bu insanlar, dışarıdan en küçük bir ışığın girmediği büyük yer altı mağarasının en dibinde ellerinden, ayakları ndan ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak oturmaktadırlar. Bu yüzden yalnızca önlerindeki duvarı görebilirler. Onların arkalarına uzun ve büyük bir perde çekilmiştir. Perdenin gerisinde ise birbirleriyle konuşarak koşuşturup duran insanlar bulunmaktadır. Bu koşuşturan insanların arkalarında büyük bir ateş bulunduğu için onların gölgeleri duvara vurmaktadır. Zincire vurulmuş insanlar, perdeden duvara vuran gölgeleri gerçek sanırlar; aslında arkadan gelen insan seslerinin duvardaki gölgelerden geldiğini düşünürler. Onlar bütün hayatları boyunca görüp durdukları bu gölgelerin gerçek olmayabileceğinden en küçük bir şüphe duymazlar. Platon bu noktada bir teklifte bulunup, bizden bu kez “bu mahkûmlardan birinin prangalarından kurtarılarak, yüzünün geriye, ışık kaynağına çevrilmesinin sağlandığı nı” düşünmemizi ister. Eski mahkûm bu yeni duruma, muhtemeldir ki uyum sağlamayacaktır; onun gözleri kamaşacak, hatta belki de kör olabilecektir. Platon’un yorumuna göre insanın alışkanlıklarını terk etmesi çok zor olduğu için, o eski yerine, zincirlerine dönmek isteyecektir.
Felsefenin doğuşunda, merak ve şüphenin önemli bir rol oynadığını dile getiren antik Yunan düşüncesi felsefeyi Grekçe philosophia sözcüğüyle karşılamıştır. Gerçekten de philosophia sözcüğü, sevmek anlamına gelen “phileo” fiiliyle bilgelik anlamına “sophia” sözcüklerinden türetilmiş olup bilgelik sevgisi veya hikmet arayışı anlamını taşır. Bilgelik, kesinlikle çok fazla şey bilme, çeşitli kaynaklardan ansiklopedik bilgiler veya gözlem yoluyla çok sayıda deneyim biriktirme anlamına gelmez. Bilgelik, belli bir zihinsel olgunluğa sahip olma, sorgulayıcı bir tutumla sahip olunan bilgileri anlamlı ve ilkeli bir hayat doğrultusunda sağlıklı kullanma, hayatı iyi okuyup doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlama anlamına gelir. Buna göre bilgelik sadece bir yaşama sanatı, uygun ya da doğru eylemde bulunmak, aşırılıktan ya da ölçüsüzlükten sakınmak, felaketleri metanetle karşılamaktan ibaret olan bir ahlak kavrayışı ya da moral duruş değildir. O, aynı zamanda ve çok daha önemlisi, belli bir entelektüel tutum, olup bitenlerin nedenlerine dair sağlam bir kavrayış, varlığın yapısına ve hayatın anlamına dair derinlikli bir vizyon, eylemlerin ilkeleri ve nihai amaçlarla ilgili kuşatıcı bir düşünüm anlamına gelir. Söz konusu bilgeliği, antik Yunan’da olabilecek en iyi şekilde açıklayanlardan biri de Platon’dur. Nitekim o, hocası Sokrates’in hayatını ve idam cezasıyla yargılanmak üzere verildiği mahkemede yaptığı savunmayı anlattığı eseri Sokrates’in Savunması’nda, bilgeliğe sahip olan veya onu arayan kişiye filozof derken söz konusu bilgeliği eleştirel tartışma ya da sorgulamadan geçebilen, sorgulayıcı bir sınamayı başarıyla aşabilen bir bilgelik olarak ifade eder. Felsefeye özgü bu bilgeliğin diğer bilgi veya bilgelik türlerinden tamamen farklı olduğunu savunan Platon’a göre, ne devlet adamı ne zanaatkâr ne de ozan, fiilen icra etmekte olduğu işi neden yapmakta olduğunu, hayatının nihai amacını açıklayabilecek durumdadır. Zira farklı meslekten olan bu insanlar amaçların bilgisinden yoksun olmaya ek olarak yapıp etmeleri için temel ilke ve fikirlerden oluşan açık ve sorgulanabilir bir sistem oluşturmuş değildirler. Platon’un söz konusu felsefe telakkisinin bakış açısından, bir kimsenin zaman zaman bilgece veya âdil ya da güzel bir şey yapmış olması, onun gerçek bilgeliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Her yönü ve bütün dayanaklarıyla temellendirilmiş bir hayata erişebilmesi için, onun eylemlerinin, yapıp etmelerinin ve bir bütün olarak da hayatının hesabını, her tür eleştirel sınama veya sorgulamadan başarıyla geçecek şekilde verebilmesi gerekir.
Platon’un çizdiği filozof resmi ve ifade ettiği bilgelik anlayışı, antik Yunan’da Pythagorasçılar tarafından milattan önce altıncı yüzyıldan itibaren geliştirilen felsefeci imgesiyle tamamen uyumludur. Söz konusu felsefeci imgesi, Olimpiyat Oyunları’nda biri şan şeref için koşmaya gelen atletin, diğeri oyunlar vesilesiyle bir şeyler satarak para kazanmaya çalışan satıcı ya da tüccarın ve sonuncusu da bütün bu curcuna içinde, insanların ne yapmaya çalıştıklarını, hangi motiflerle eylediklerini anlamaya çalışan filozofun duruşu veya hayatı olmak üzere, üç farklı hayat tarzı bulunduğunu dile getiren “üç hayat öğretisi”nden çıkan filozof resmidir. Bu metaforda,
satıcı ya da tüccarlar, maddeye belli bir düşkünlük gösteren, yalnızca parayla mutlu olunabileceğini düşünen insan tipini ifade eder. Atlet ise egosu güçlü, şan ve şeref peşinde koşan, her daim kendini kanıtlama mücadelesi veren insanı gösterir. Oysa felsefeci, olup bitenleri anlamaya çalışan, insanları peşlerinden koşturan şey ya da güçlerin gerçek değerini kavrama çabası içinde olan, kısacası sadece insanları değil, bir bütün olarak hayatı anlamaya çalışan insanı ifade eder.
Thales dünyanın neredeyse kusursuz düzeni, mevsimlerin birbirlerini kusursuzca izleyişi karşısında hayrete düşmüştü; gökyüzündeki güneş, ay ve yıldızların muhteşem görünüm ve dizilişi karşısında âdeta dehşete kapılmıştı. Bu düzenin kaynağını, gökyüzündeki dev nesneler arasındaki ilişkiyi, var olanların nereden gelip nereye gittiklerini merak ediyordu. Felsefeyi ve bilimi yaratan da onun bu merakıydı. Gerçekten de insan, merak eden ve diğer canlı türlerinden farklı olarak olup biten hemen her şeyi hayretle karşılayan bir varlıktır. İnsanın bu özelliğini en iyi ifade edenlerden biri de meşhur İngiliz filozofu Thomas Hobbes (1588-1678) olmuştur. Nitekim Hobbes, “Gördüğü olayların sebeplerini araştırmak insanoğlunun doğasına özgüdür. Bazıları daha çok araştırır, bazıları daha az ama herkes kendi iyi ya da kötü kaderinin sebeplerini araştıracak kadar meraklıdır.” diyordu.
Felsefeyle uğraşabilmek, felsefeci olabilmek için en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, işte bu merak ve hayret etme yeteneğidir. Bu yetenek aslında bütün çocuklarda, özellikle de küçük çocuklarda vardır. Hepimiz çocukların “Yalan söylemek neden yanlıştır?”, “İnsanlar ölünce nereye giderler?” benzeri sorularına muhatap oluruz. Hele hele biraz daha gelişen ve büyüyen çocuklar “Eğer özgür bir ülkede yaşı yorsam, yapmak istediğim her şeyi neden yapamıyorum?” türünden yanıtlanması kolay olmayan soruları sormadan yapamazlar. Fakat çocukların ve gençlerin büyük bir kısmı sonraki yaşlarında hayret ve meraklarını yitirirler; alışkanlığa teslim olurlar. Gerçekten de felsefi sorular bütün insanları çok yakından ilgilendirmekle birlikte, herkes felsefeci olamaz; herkes felsefi sorularla ilgilenmez. İnsanlar günlük hayata çok farklı nedenlerle öylesine sıkı bir şekilde bağlanırlar ki hayata ve dünyaya hayret etme duygularını bastırırlar. Felsefeciler gibi çocuklar için de dünya ve onun üzerinde olup biten her şey yenidir; bu yüzden her şey, onların merak ve şaşkınlığına konu olur. Oysa yetişkinlerin pek çoğu dünyayı olağan bir şey olarak görür. Onlar, şaşırtıcı görünümler sergileyen hayatı olduğu gibi benimserler; kalabalığın bir parçası haline gelip alışkanlığın etkisiyle herkesin yaşadığı gibi ve sorgulamadan yaşarlar.
Gerçekten de çoğumuz ömrümüzün bir noktasında, felsefi soruları unuturuz. Bunun önemli nedenlerinden bir diğeri de şüphe etmekten vazgeçmemiz, dogmatik yanıtlarla yetinmemizdir. şüphe, sunulan açıklamayla yetinmeme, var olan şeylerin olduklarından başka türlü olabileceklerini düşünme eğilimi olarak ortaya çıkar. O, merak ve hayret duygusunun tamamlayıcısı olan önemli bir faktördür. şüphe, felsefi sorgulamayı harekete geçiren en temel güç ya da etkenlerden biridir. Şüphe eden insan, gerçekliğin göründüğü gibi olmayabileceğini, görünüşün gerisinde farklı nedenler olabileceğini düşünen ve dolayısıyla algısal görünüşlerin ötesine geçebilen insandır. Bununla birlikte şüphe ederek ve sorgulayarak yaşamak her zaman ve herkes için kolay olmaz. Bu yüzden insanların büyük bir çoğunluğu kendilerine açık iki alternatiften biri olarak şüphe yerine rahat bir yaşamı seçerler. Şüphenin ve sorgulamanın riskinden, zaman zaman kaygıya yol açabilen yapısından kaçan insanlar, çoğu zaman alışkanlıklara bel bağlarlar. Alışkanlıklarının etkisiyle davranan ya da şüphe etmeden yaşayanlar, çoğu zaman bireyselliklerini veya bireysel kimliklerini unutarak kolektif kimliklerine bağlanırlar; herkesin yaptığı gibi yaparak, yaşadığı gibi yaşayarak, dogmatik kalıpların cenderesine sıkışmış bir biçimde sıradan bir hayat sürdürürler.
Bu durumu en iyi anlatan filozoflardan biri meşhur “Mağara Benzetmesi”yle antik Yunan filozofu Platon’dur. Platon, bu benzetmesinde bizden bir yer altı mağarası nda yaşayan birtakım insanlar düşünmemizi ister. Bu insanlar, dışarıdan en küçük bir ışığın girmediği büyük yer altı mağarasının en dibinde ellerinden, ayakları ndan ve boyunlarından zincire vurulmuş olarak oturmaktadırlar. Bu yüzden yalnızca önlerindeki duvarı görebilirler. Onların arkalarına uzun ve büyük bir perde çekilmiştir. Perdenin gerisinde ise birbirleriyle konuşarak koşuşturup duran insanlar bulunmaktadır. Bu koşuşturan insanların arkalarında büyük bir ateş bulunduğu için onların gölgeleri duvara vurmaktadır. Zincire vurulmuş insanlar, perdeden duvara vuran gölgeleri gerçek sanırlar; aslında arkadan gelen insan seslerinin duvardaki gölgelerden geldiğini düşünürler. Onlar bütün hayatları boyunca görüp durdukları bu gölgelerin gerçek olmayabileceğinden en küçük bir şüphe duymazlar. Platon bu noktada bir teklifte bulunup, bizden bu kez “bu mahkûmlardan birinin prangalarından kurtarılarak, yüzünün geriye, ışık kaynağına çevrilmesinin sağlandığı nı” düşünmemizi ister. Eski mahkûm bu yeni duruma, muhtemeldir ki uyum sağlamayacaktır; onun gözleri kamaşacak, hatta belki de kör olabilecektir. Platon’un yorumuna göre insanın alışkanlıklarını terk etmesi çok zor olduğu için, o eski yerine, zincirlerine dönmek isteyecektir.
Felsefenin doğuşunda, merak ve şüphenin önemli bir rol oynadığını dile getiren antik Yunan düşüncesi felsefeyi Grekçe philosophia sözcüğüyle karşılamıştır. Gerçekten de philosophia sözcüğü, sevmek anlamına gelen “phileo” fiiliyle bilgelik anlamına “sophia” sözcüklerinden türetilmiş olup bilgelik sevgisi veya hikmet arayışı anlamını taşır. Bilgelik, kesinlikle çok fazla şey bilme, çeşitli kaynaklardan ansiklopedik bilgiler veya gözlem yoluyla çok sayıda deneyim biriktirme anlamına gelmez. Bilgelik, belli bir zihinsel olgunluğa sahip olma, sorgulayıcı bir tutumla sahip olunan bilgileri anlamlı ve ilkeli bir hayat doğrultusunda sağlıklı kullanma, hayatı iyi okuyup doğru ve anlamlı bir şekilde yorumlama anlamına gelir. Buna göre bilgelik sadece bir yaşama sanatı, uygun ya da doğru eylemde bulunmak, aşırılıktan ya da ölçüsüzlükten sakınmak, felaketleri metanetle karşılamaktan ibaret olan bir ahlak kavrayışı ya da moral duruş değildir. O, aynı zamanda ve çok daha önemlisi, belli bir entelektüel tutum, olup bitenlerin nedenlerine dair sağlam bir kavrayış, varlığın yapısına ve hayatın anlamına dair derinlikli bir vizyon, eylemlerin ilkeleri ve nihai amaçlarla ilgili kuşatıcı bir düşünüm anlamına gelir. Söz konusu bilgeliği, antik Yunan’da olabilecek en iyi şekilde açıklayanlardan biri de Platon’dur. Nitekim o, hocası Sokrates’in hayatını ve idam cezasıyla yargılanmak üzere verildiği mahkemede yaptığı savunmayı anlattığı eseri Sokrates’in Savunması’nda, bilgeliğe sahip olan veya onu arayan kişiye filozof derken söz konusu bilgeliği eleştirel tartışma ya da sorgulamadan geçebilen, sorgulayıcı bir sınamayı başarıyla aşabilen bir bilgelik olarak ifade eder. Felsefeye özgü bu bilgeliğin diğer bilgi veya bilgelik türlerinden tamamen farklı olduğunu savunan Platon’a göre, ne devlet adamı ne zanaatkâr ne de ozan, fiilen icra etmekte olduğu işi neden yapmakta olduğunu, hayatının nihai amacını açıklayabilecek durumdadır. Zira farklı meslekten olan bu insanlar amaçların bilgisinden yoksun olmaya ek olarak yapıp etmeleri için temel ilke ve fikirlerden oluşan açık ve sorgulanabilir bir sistem oluşturmuş değildirler. Platon’un söz konusu felsefe telakkisinin bakış açısından, bir kimsenin zaman zaman bilgece veya âdil ya da güzel bir şey yapmış olması, onun gerçek bilgeliğe sahip olduğu anlamına gelmez. Her yönü ve bütün dayanaklarıyla temellendirilmiş bir hayata erişebilmesi için, onun eylemlerinin, yapıp etmelerinin ve bir bütün olarak da hayatının hesabını, her tür eleştirel sınama veya sorgulamadan başarıyla geçecek şekilde verebilmesi gerekir.
Platon’un çizdiği filozof resmi ve ifade ettiği bilgelik anlayışı, antik Yunan’da Pythagorasçılar tarafından milattan önce altıncı yüzyıldan itibaren geliştirilen felsefeci imgesiyle tamamen uyumludur. Söz konusu felsefeci imgesi, Olimpiyat Oyunları’nda biri şan şeref için koşmaya gelen atletin, diğeri oyunlar vesilesiyle bir şeyler satarak para kazanmaya çalışan satıcı ya da tüccarın ve sonuncusu da bütün bu curcuna içinde, insanların ne yapmaya çalıştıklarını, hangi motiflerle eylediklerini anlamaya çalışan filozofun duruşu veya hayatı olmak üzere, üç farklı hayat tarzı bulunduğunu dile getiren “üç hayat öğretisi”nden çıkan filozof resmidir. Bu metaforda,
satıcı ya da tüccarlar, maddeye belli bir düşkünlük gösteren, yalnızca parayla mutlu olunabileceğini düşünen insan tipini ifade eder. Atlet ise egosu güçlü, şan ve şeref peşinde koşan, her daim kendini kanıtlama mücadelesi veren insanı gösterir. Oysa felsefeci, olup bitenleri anlamaya çalışan, insanları peşlerinden koşturan şey ya da güçlerin gerçek değerini kavrama çabası içinde olan, kısacası sadece insanları değil, bir bütün olarak hayatı anlamaya çalışan insanı ifade eder.
21 Kasım 2014 Cuma
FELSEFE VE YAŞAM İLİŞKİSİ
Felsefi tavır hayatı ve hayata dair her şeyi sorgulamayı, eleştirmeyi ve görünenlerin ardındaki gerçeği aramayı gerektirir. Bu tavır felsefeciyi diğer insanlardan farklı kılar. Örneğin filozof Diyojen bir öğle vakti çarşıda elinde fenerle dolaşıyordu.
Meraklarını gidermek için insanlar:
- "Elinde fenerle güpegündüz ne dolaşıyorsun?" diye sordular.
Filozof kafasını kaldırmadan:
- "İnsan arıyorum, insan." diye cevapladı.
Filozof Diyojen’in bir öğle vakti elinde fenerle adam araması, felsefi sorgulayıcılığı, felsefenin yaşamı kuşatıcı etkilerini ve felsefenin bize dönük yüzünü anlatır.
Hayatın anlamına dair sorular geçmişin ve çağımızın büyük düşünürleri tarafından sorgulanmıştır: İnsan nedir? Ben neyin nesiyim?
İnsanın en önemli özelliği kendine dönük düşünmeye yetenekli olmasıdır. Kendi kendini düşünebilir, kendi için meraklanır, kendi yaşamının anlamını sorar. Ayrıca, öleceğinin açıkça bilincinde olan tek canlıdır. Ama aynı zamanda insan; sonluluğun, özellikle ölümün bilincindedir. Sonluluk ve ölüm bir arada insanın trajik bir bilmece gibi görünmesine yol açan bir gerginlik yaratır. Ulaşamayacağı bir şey için varmış gibidir insan.
Öyleyse insanın anlamı, yaşamının anlamı nedir? Platon'dan beri büyük filozofların en iyileri bu bilmeceyi çözmeye çabalamışlardır. Başlıca üç büyük çözüm önermişlerdir bize: On dokuzuncu yüzyılda çok yaygın olan ilki; insanın bitmez tükenmez gereksinimlerinin, onun daha büyük bir şeyle yani toplumla özdeşleşmesi yoluyla giderileceği görüşüdür. “Benim acı çekmemin, başarısız olmamın, ölmemin önemi yok.” der bu filozoflar. Çünkü insanlık, evren devam edecektir.
Bugün varoluşçular arasında pek yaygın olan ikinci çözüm, insanın hiçbir anlamı olmadığını ileri sürer. Doğanın bir hatasıdır insan, soysuz bir yaratıktır. Sartre'ın bir zamanlar yazdığı gibi, boşuna çekilen acıdır. Bilmece çözülemez. Sonsuza dek kendimiz için trajik bir soru olarak kalacağız.Üçüncü olarak dünyada böyle tam bir anlamsızlığa inanmayan filozoflar da vardır. Onlara göre insan bilmecesinin bir çözümü olmalıdır. Peki, bu çözüm nasıl olabilir? Ancak insanın bir biçimde sonsuza ulaşabilmesiyle.
Ama insan bu yaşamda bunu yapamaz. Demek ki, insan sorununun bir çözümü varsa insanın öte yanda, doğanın dışında, dünyanın dışında bir anlamı olsa gerek. Peki, nasıl? Platon'dan beri birçok filozofa göre, ruhun ölümsüzlüğü kanıtlanabilir. Ama ölümsüzlük de bu soruyu yanıtlamaz. İnsanın, öte yaşamda da olsa, sonsuzluğa nasıl ulaşabileceğini görmeyi sağlamaz. Platon, bir zamanlar bu sorunun son yanıtını bize bir Tanrı'nın, öteden gelen bir vahiyle vereceğini söylemiştir. Ancak bu artık felsefe değil, dindir. Felsefi düşünce, birçok başka alanda olduğu gibi soruyu burada keser.
Felsefi tavır hayatı ve hayata dair her şeyi sorgulamayı ve görünenlerin ardındaki gerçeği aramayı gerektirir. Bu tavır felsefeciyi diğer insanlardan farklı kılar. Sokrates'in de ifade ettiği gibi sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez. İnsan, merakını giderme, evreni ve yaşamın anlamını sorgulamaya ihtiyaç duyar. Aristoteles’te bunu şöyle ifade eder: “"Bütün insanlar doğaları gereği bilmek ister". Felsefi sorgulama sayesinde insan bir şeylerin farkında olabilir ve böylece insan yaşamını anlamlandırır.
Hayatın anlamına dair sorular hem geçmişte hem de günümüzde büyük düşünürler tarafından hep sorgulanmıştır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve insanın en önemli özelliği kendine dönük düşünmeyi yapabilmesidir. İnsan kendi üzerine düşünür, kendi için meraklanır ve kendi yaşamının anlamını sorgular. İnsan ölebileceğinin açıkça bilincinde olan tek canlıdır. Bu durum insanda gerginlik yaratır. Bu nedenle öleceğini bilen insan, insanın anlamı, yaşamının anlamı üzerine sürekli sorular sormuştur.
Meraklarını gidermek için insanlar:
- "Elinde fenerle güpegündüz ne dolaşıyorsun?" diye sordular.
Filozof kafasını kaldırmadan:
- "İnsan arıyorum, insan." diye cevapladı.
Filozof Diyojen’in bir öğle vakti elinde fenerle adam araması, felsefi sorgulayıcılığı, felsefenin yaşamı kuşatıcı etkilerini ve felsefenin bize dönük yüzünü anlatır.
Hayatın anlamına dair sorular geçmişin ve çağımızın büyük düşünürleri tarafından sorgulanmıştır: İnsan nedir? Ben neyin nesiyim?
İnsanın en önemli özelliği kendine dönük düşünmeye yetenekli olmasıdır. Kendi kendini düşünebilir, kendi için meraklanır, kendi yaşamının anlamını sorar. Ayrıca, öleceğinin açıkça bilincinde olan tek canlıdır. Ama aynı zamanda insan; sonluluğun, özellikle ölümün bilincindedir. Sonluluk ve ölüm bir arada insanın trajik bir bilmece gibi görünmesine yol açan bir gerginlik yaratır. Ulaşamayacağı bir şey için varmış gibidir insan.
Öyleyse insanın anlamı, yaşamının anlamı nedir? Platon'dan beri büyük filozofların en iyileri bu bilmeceyi çözmeye çabalamışlardır. Başlıca üç büyük çözüm önermişlerdir bize: On dokuzuncu yüzyılda çok yaygın olan ilki; insanın bitmez tükenmez gereksinimlerinin, onun daha büyük bir şeyle yani toplumla özdeşleşmesi yoluyla giderileceği görüşüdür. “Benim acı çekmemin, başarısız olmamın, ölmemin önemi yok.” der bu filozoflar. Çünkü insanlık, evren devam edecektir.
Bugün varoluşçular arasında pek yaygın olan ikinci çözüm, insanın hiçbir anlamı olmadığını ileri sürer. Doğanın bir hatasıdır insan, soysuz bir yaratıktır. Sartre'ın bir zamanlar yazdığı gibi, boşuna çekilen acıdır. Bilmece çözülemez. Sonsuza dek kendimiz için trajik bir soru olarak kalacağız.Üçüncü olarak dünyada böyle tam bir anlamsızlığa inanmayan filozoflar da vardır. Onlara göre insan bilmecesinin bir çözümü olmalıdır. Peki, bu çözüm nasıl olabilir? Ancak insanın bir biçimde sonsuza ulaşabilmesiyle.
Ama insan bu yaşamda bunu yapamaz. Demek ki, insan sorununun bir çözümü varsa insanın öte yanda, doğanın dışında, dünyanın dışında bir anlamı olsa gerek. Peki, nasıl? Platon'dan beri birçok filozofa göre, ruhun ölümsüzlüğü kanıtlanabilir. Ama ölümsüzlük de bu soruyu yanıtlamaz. İnsanın, öte yaşamda da olsa, sonsuzluğa nasıl ulaşabileceğini görmeyi sağlamaz. Platon, bir zamanlar bu sorunun son yanıtını bize bir Tanrı'nın, öteden gelen bir vahiyle vereceğini söylemiştir. Ancak bu artık felsefe değil, dindir. Felsefi düşünce, birçok başka alanda olduğu gibi soruyu burada keser.
Felsefi tavır hayatı ve hayata dair her şeyi sorgulamayı ve görünenlerin ardındaki gerçeği aramayı gerektirir. Bu tavır felsefeciyi diğer insanlardan farklı kılar. Sokrates'in de ifade ettiği gibi sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez. İnsan, merakını giderme, evreni ve yaşamın anlamını sorgulamaya ihtiyaç duyar. Aristoteles’te bunu şöyle ifade eder: “"Bütün insanlar doğaları gereği bilmek ister". Felsefi sorgulama sayesinde insan bir şeylerin farkında olabilir ve böylece insan yaşamını anlamlandırır.
Hayatın anlamına dair sorular hem geçmişte hem de günümüzde büyük düşünürler tarafından hep sorgulanmıştır. İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve insanın en önemli özelliği kendine dönük düşünmeyi yapabilmesidir. İnsan kendi üzerine düşünür, kendi için meraklanır ve kendi yaşamının anlamını sorgular. İnsan ölebileceğinin açıkça bilincinde olan tek canlıdır. Bu durum insanda gerginlik yaratır. Bu nedenle öleceğini bilen insan, insanın anlamı, yaşamının anlamı üzerine sürekli sorular sormuştur.
20 Kasım 2014 Perşembe
FELSEFİ ANTROPOLOJİ
Felsefi antropoloji, genel olarak insanbilim ya da antropoloji olarak bilinen disiplinin ekseninde tanımlanan bir felsefe etkinligidir. İnsanin özü ve bunun belrli ir somut yaşam içinde gerçekleştirilmek üzere kuruluşu ya da oluşturulması üzerine felsefi ve kuramsal etkinlikler ve ögretiler bu alana girer. İlk biçimleri Kant'a ve Herder'e kadar uzanmaktadır.19. yüzyıl felsefesi içinde de etkisi görülür. 20. yüzyıl felsefesinde ise Max Scheler, William James, John Dewey felsefi antropolijinin önemli isimleridir. Bu felsefe tutumu, bir yandan bilimlerin geliştirdiği bilgilerden yararlanarak belirgin bir insan fikrini şekillendirmeye çalışırken, bir yandan da doğa bilimleri ile insan bilimleri ya da tin bilimlerinin sonuçlarını bağlantılandırmaya çaba gösterir. Bütün bunlar insan varlığının temel niteliğini ya da özünü kavramaya ve daha da ötesi bu varlığın anlamını metafizik yönden değerlendirmeye yönelik bir ilginin ögelerini meydana getiri. Bu felsefe tututmu, genel anlamda insan varlığının bir felsefesi olmak iddiasıyla ortaya çıkar.
İnsan, canlılar dünyası içinde olaganüstü, tamamen özel bir varlıktır. Bu, her şeyden önce, onun kendi dogasını sorgulayan ve kendisini tartışma konusu yapan bir varlık olması olgusunda kendisini gösterir. İnsan, bir yandan diger hayvanlar gibi bir hayvandır. Memelilerin bütün biyolojik özelliklerine sahiptir. Onların evrimlerinin -hiç olmazsa şimdilik- son aşamasını temsil eder. Ama öte yandan bütün hayvanlardan -ve anlaşıldıgına göre ta baştan bu yana- köklü bir biçimde ayrılır. O, teknisyen, alet yapan bir hayvandır: Bu (belki birkaç yüz bin yıl öncesine geri giden) eski paleolitik dönemin kaba bir biçimde yontulmuş (bıçak olarak kullanılan) iri çakmak taşlarından çagdaş sanayiinin en son zamanlarındaki harikalarına kadar insan türünün evrensel bir göstergesidir. O, konuşan, işaretler yapan bir hayvandır. Bütün ilkel toplulukların (Örnegin Avustralya’da yontma taş devrinde donup kalmış olan yerli topluluklar vardır) bir dili vardır. Tarih öncesi insanlar magaralarının duvarları üstünde bize desenler, resimler bırakmışlardır. O, kurallara itaat eden, izin verilenle yasaklanan şey arasında ayrım yapan toplumsal bir hayvandır.
Öte yandan bu üçlü özelligin, insanla hayvan arasında kesin bir kesinti meydana getiremeyecegi de dogrudur. Teknik, dil, ortama uymanın mükemmelleşmiş araçlarından başka bir şey degildirler; onlar hayatın hizmetinde olan araçlardır. Sonuçta hayvanlar aletler yapmasalar da onları kullanmaktadırlar (Şempanzeler büyük bir ustalıkla degnekten yararlanmaktadırlar). Arılar, özel "danslar"la yiyeceklerin bulundugu yönü işaret ederek kendi aralarında iletişimde bulunuyor gibi görünmektedirler. Arılar, karıncalar, beyaz karıncalar insanlar gibi örgütlenmiş toplumlarda yaşamaktadırlar. Bununla birlikte toplumsal kuralın hayvanlar dünyasında dogal bir yasa olmasına karşılık (O, içgüdüsel bir zorunlulukla kendini kabul ettirir gibi görünmektedir) ister Bergson’un düşündügü gibi bencil zekanın toplumsal içgüdünün talebine karşı çıkmasından ötürü olsun, ister insani kuralların bir başka kaynaga sahip olmalarından olsun, kuralların sürekli olarak ihlal edildigi insan toplumlarında durum farklıdır.
Ancak insanla hayvan arasındaki temel fark, bize göre, başka bir yerde yatmaktadır: İnsan, çıkar gütmeyen davranışlarda bulunabilmesi bakımından biyolojik bir varlık olmaktan çıkmaktadır. Anatole France, "Bay Bergeret’nin köpegi yenebilir olmayan gögün mavisine hiçbir zaman bakmazdı" diye yazmıştır. Bilimlerin kaynagını teknikte, güzel sanatların kaynagını büyü pratiklerinde aramamız gerekse bile tarihin belli bir anında bilim ve sanat kendilerini dogurmuş olan biyolojik ihtiyaçlardan sıyrılmışlardır. Sanatın her türlü faydacı kaygının dışında güzeli hedeflemesine paralel olarak, bilim de dogrunun araştırılması olmuştur. Böylece insan bize biyolojik bir organizma olarak görünmekten çıkmakta, kendini bir ruh olarak ortaya koymaktadır. Çıkar gütmeyen bilgiye sahip olabilen insan, dünyada çıkar gütmeyen bir sevgi gösterebilen de tek varlıktır. Bütün memelilerin dişisi şüphesiz çocuklarına sevgi göstermektedir, cinsel çekicilik bütün türlerde mevcuttur. Ama insan dünya üzerinde ailesel veya cinsel, içgüdüsel duyguların sınırlı alanı dışında özgecil bir davranış, saf bir sevgi davranışı göstermeye muktedir tek varlıktır. Ölmekte olan düşmanına su veren asker, yaralı bir kuşu yerden kaldıran ve eli içinde ısıtan yoldan geçen biri, biyolojik olarak tasavvur edilmesi mümkün olmayan eylemler yapmaktadırlar.
İnsan, canlılar dünyası içinde olaganüstü, tamamen özel bir varlıktır. Bu, her şeyden önce, onun kendi dogasını sorgulayan ve kendisini tartışma konusu yapan bir varlık olması olgusunda kendisini gösterir. İnsan, bir yandan diger hayvanlar gibi bir hayvandır. Memelilerin bütün biyolojik özelliklerine sahiptir. Onların evrimlerinin -hiç olmazsa şimdilik- son aşamasını temsil eder. Ama öte yandan bütün hayvanlardan -ve anlaşıldıgına göre ta baştan bu yana- köklü bir biçimde ayrılır. O, teknisyen, alet yapan bir hayvandır: Bu (belki birkaç yüz bin yıl öncesine geri giden) eski paleolitik dönemin kaba bir biçimde yontulmuş (bıçak olarak kullanılan) iri çakmak taşlarından çagdaş sanayiinin en son zamanlarındaki harikalarına kadar insan türünün evrensel bir göstergesidir. O, konuşan, işaretler yapan bir hayvandır. Bütün ilkel toplulukların (Örnegin Avustralya’da yontma taş devrinde donup kalmış olan yerli topluluklar vardır) bir dili vardır. Tarih öncesi insanlar magaralarının duvarları üstünde bize desenler, resimler bırakmışlardır. O, kurallara itaat eden, izin verilenle yasaklanan şey arasında ayrım yapan toplumsal bir hayvandır.
Öte yandan bu üçlü özelligin, insanla hayvan arasında kesin bir kesinti meydana getiremeyecegi de dogrudur. Teknik, dil, ortama uymanın mükemmelleşmiş araçlarından başka bir şey degildirler; onlar hayatın hizmetinde olan araçlardır. Sonuçta hayvanlar aletler yapmasalar da onları kullanmaktadırlar (Şempanzeler büyük bir ustalıkla degnekten yararlanmaktadırlar). Arılar, özel "danslar"la yiyeceklerin bulundugu yönü işaret ederek kendi aralarında iletişimde bulunuyor gibi görünmektedirler. Arılar, karıncalar, beyaz karıncalar insanlar gibi örgütlenmiş toplumlarda yaşamaktadırlar. Bununla birlikte toplumsal kuralın hayvanlar dünyasında dogal bir yasa olmasına karşılık (O, içgüdüsel bir zorunlulukla kendini kabul ettirir gibi görünmektedir) ister Bergson’un düşündügü gibi bencil zekanın toplumsal içgüdünün talebine karşı çıkmasından ötürü olsun, ister insani kuralların bir başka kaynaga sahip olmalarından olsun, kuralların sürekli olarak ihlal edildigi insan toplumlarında durum farklıdır.
Ancak insanla hayvan arasındaki temel fark, bize göre, başka bir yerde yatmaktadır: İnsan, çıkar gütmeyen davranışlarda bulunabilmesi bakımından biyolojik bir varlık olmaktan çıkmaktadır. Anatole France, "Bay Bergeret’nin köpegi yenebilir olmayan gögün mavisine hiçbir zaman bakmazdı" diye yazmıştır. Bilimlerin kaynagını teknikte, güzel sanatların kaynagını büyü pratiklerinde aramamız gerekse bile tarihin belli bir anında bilim ve sanat kendilerini dogurmuş olan biyolojik ihtiyaçlardan sıyrılmışlardır. Sanatın her türlü faydacı kaygının dışında güzeli hedeflemesine paralel olarak, bilim de dogrunun araştırılması olmuştur. Böylece insan bize biyolojik bir organizma olarak görünmekten çıkmakta, kendini bir ruh olarak ortaya koymaktadır. Çıkar gütmeyen bilgiye sahip olabilen insan, dünyada çıkar gütmeyen bir sevgi gösterebilen de tek varlıktır. Bütün memelilerin dişisi şüphesiz çocuklarına sevgi göstermektedir, cinsel çekicilik bütün türlerde mevcuttur. Ama insan dünya üzerinde ailesel veya cinsel, içgüdüsel duyguların sınırlı alanı dışında özgecil bir davranış, saf bir sevgi davranışı göstermeye muktedir tek varlıktır. Ölmekte olan düşmanına su veren asker, yaralı bir kuşu yerden kaldıran ve eli içinde ısıtan yoldan geçen biri, biyolojik olarak tasavvur edilmesi mümkün olmayan eylemler yapmaktadırlar.
18 Kasım 2014 Salı
Felsefe Nedir?
Felsefe veya düşünbilim, sözcük köken olarak Yunanca φιλοσοφία seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum anlamına gelen "phileo" ve bilgi, bilgelik anlamına gelen "sophia" sözcüklerinden türeyen terimin işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disiplin. "phileo"=sevgi "sophia"=bilgi veya bilmek kelimelerinden türemiştir. Philosophia=bilgelik arayışı, bilgiyi sevmek, bilgi severlik, araştırmak ve peşinde koşmak anlamlarına gelmektedir. Filozof da bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişidir.
Buna göre, felsefe Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir. Başlangıçtaki bu özgün anlama göre, her türden bilimsel araştırmacıya "filozof" adı verilmiştir.
Felsefe; varlık, bilgi, gerçek, adâlet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili genel ve temel sorunlarla ilgili yapılan çalışmalardır.[1][2] Felsefe düşünce sanatı olarak da bilinir.
Filozof sözcüğü philos (sevgi) ve sophia (bilgelik) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Yani bilgeliği seven kişi anlamındadır. Filozoflar, genel anlamda varoluşu, süreçleri ve işleyişi (doğa, sosyal yaşam, matematik vs.) açıklamak için düşünen, bu düşünme eyleminden mantıksal yeni (farklı) sonuçlara varan ve bu sonuçları ifade etmek için yeni tanımlar ve yeni bilgi üreten kişidir. Filozoflar hayata yeni sözler, cümleler ve bilgiler koyarak insan yaşamında önemli bir yer edinmişlerdir. Öğüt verici bilgileri ile insanların hayatlarında daha kolay bir yaşam için uğraş vermişlerdir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)